Faiz yiyenler, şeytanın peşine takılıp aklını çeldiği kimsenin davranışından farklı bir davranış göstermezler. Bu onların, “alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir” demeleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helal, faizli işlemi haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt ulaşır da faize son verirse, geçmişte olan kendinindir. Onun işi Allah’a aittir. Kim de devam ederse, onlar o ateşin arkadaşı olur, sürekli orada kalırlar.” (Bakara 2/275)
Faiz, borçtan elde edilen gelire denir. Mallar ya alım satım ya da ödünç şeklinde değiştirilir. Değiştirilen iki malın birbirinden az çok farkı varsa alım satım olur. Para verip ekmek almak öyledir. Onun peşini de olur, vadelisi de. Aralarında fark bulunmayan mallar ancak vadeli olarak değiştirilebilir. Bir ölçek buğday verip daha sonra aynı özellikleri taşıyan bir ölçek buğday almak böyledir. Buna ödünç denir. Alım satımdan gelir sağlanabilir. 75 liraya alınan ekmek, peşin 100 liraya satılırsa 25 lira kâr edilir. Ödüncün peşini olmaz. Hiç kimse, karşılığını hemen ödemek üzere ödünç almaz. Ödünçte ne verilmişse geriye onun dengi alınır. Fazla bir şey şart koşmak faiz olur. Ödünç dışındaki borçlarda da durum aynıdır. Allah'ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem “Faiz yalnızca borçta olur.[1]” demiştir. Dolayısıyla borçtan gelir sağlamaya yönelik her işlem, faizli işlemdir.
Borçtan gelir elde etme ayrı, mal alım satımı ayrıdır. “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir." diyenler, şeytanın aklını çeldiği kimse gibi davranır. Alım satım ile faizi aynı saymak, gerçekten tam bir yanıltma olur.
100 altını, bir ay vadeli 101 altına karşılık ödünç veren onu, borçlunun malı içinde artsın diye verir. Bu, şu âyetin belirttiği işlemdir:
“İnsanların malları içinde artsın diye faize verdiğiniz şey Allah’ın yanında artmaz.” (Rum 30/39)
Faiz olmaması için ödünç verilen ana malı yani 100 altını almak, kalan 1 altını almamak gerekir. Bu, şu âyetin hükmüdür:
“..Eğer tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir. Böylece ne haksızlık edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız.” (Bakara, 2/279.)
İslam öncesi Araplara Cahiliye Arapları denir. Onlar borç verdikleri zaman ana mala dokunmadan, her ay belli bir gelir sağlamak şartıyla verirlerdi. Vadesi dolunca alacaklarını isterler, eğer borçlu ödeyemezse, yeni bir faiz tespit ederek vadeyi uzatırlardı[2]. Borç, vadeli satıştan doğmuşsa, ödeme zamanı gelince borçluya, “Borcunu ödeyecek misin, yoksa artıracak mısın?” diye sorarlardı. Öderse öder, yoksa borca bir miktar ilave ile vade uzatırlardı[3].
Kur’ân, faizin her çeşidini yasaklamış, borcunu zamanında ödeyemeyenlerle ilgili şöyle bir hüküm getirmiştir: “Borçlu, darlık içinde ise, rahata çıkıncaya kadar beklenir. Bağışta bulunmanız sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.” (Bakara 2/280)
Bu âyetlerin inişine sebep sayılan olaylar şunlardır:
Sakîf Kabilesi’nden ‘Amr b. ‘Umeyr’in dört oğlu Mes’ud, Abduyaleyl, Habîb ve Rebîa, Mekke’de bulunan Benî Mahzûn’dan Muğîre oğullarına ödünç verirlerdi. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Taif’i fethedince (Hicret’in 8. senesi) bu kardeşler müslüman oldular. Daha sonra Muğîre oğullarından faiz alacaklarını istediler. Bu olay şu âyetin inmesine sebep oldu:
“Müminler! Allah’tan korkun, faizden geriye ne kalmışsa onu bırakın. Eğer inanan kişilerseniz."
Bunu yapmadınız mı, bilin ki, Allah ve Elçisi tarafından bir savaşla yüz yüzesiniz. Tevbe ettiniz mi, ana mallarınız sizindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğrarsınız.” (Bakara 2/278-279)
Bunun üzerine bu dört kardeş dediler ki: “Biz tevbe edip Allah’ın emrine uyuyoruz. Bizim Allah ve Resûlü ile savaşa gücümüz yetmez.”
Faizden vazgeçerek yalnız ana mallarını almaya razı oldular ve Muğîre oğullarından ana mallarını istediler. Onlar darda olduklarını belirterek; “Ürünler yetişinceye kadar bize süre tanıyın.” dediler. Dört kardeş, süre tanımaya yanaşmadılar. Bu olay da şu âyetin iniş sebebi oldu: “Borçlu darlık içinde ise genişliğe çıkıncaya kadar beklenir. Ama bağışta bulunmanız sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz.” (Bakara 2/280)[4]
33.1. Faizin Çevresinde Koruma Çemberi
Allah’ın Elçisi altın, gümüş, arpa, buğday, hurma ve tuzun bazı satış şekillerini de faizli işlem saymıştır. Ebû Saîd el-Hûdrî'nin (r.a.) bildirdiğine göre o, şöyle demiştir: "Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma ve tuza karşılık tuz, misli misline ve peşin olur. Kim artırır ya da fazlasını isterse faize girmiş olur. Bu konuda alan da veren de birdir[5].” Bir malın kendi cinsiyle değişimi daha çok ödünçte olur. İnsanlar ödünce alım satım görüntüsü vererek faiz yasağını delebileceklerinden Allah’ın Elçisi’nin altı mal ile ilgili sözleri faizin etrafında bir koruma çemberi oluşturmuştur. Çünkü o malların tamamı, ödünç verilebilir mallardır.
Hadislerin kapadığı faiz kapılarını ve oluşturduğu koruma çemberlerini görmeye çalışalım.
33.1.1. Altı Malı Kendi Cinsiyle Peşin Değişme
Altın, gümüş, buğday, arpa, tuz ve hurmayı kendi cinsiyle değiştirirken değişimin peşin olması şart koşulmuştur. Buna göre 10 altını, vadeli 11 altına satmak, faizli işlemdir. Bu çok önemlidir; çünkü buna satış denseydi, faizli ödünçler satış şeklinde verilmeye başlanırdı. Bu durumda 100 lirayı daha sonra verilecek 110 liraya karşılık ödünç vermek faiz; ama onu vadeli 110 liraya karşılık satmak ticari işlem sayılırdı.
33.1.2. Altı Malı Kendi Cinsiyle Eşit Değişme
Hadis, altı malı kendi cinsiyle peşin değişirken miktarların eşit olmasını şart koşmuştur. Buna göre 10 Âdet Reşat altını verip peşin 11 Âdet Reşat altını almak faizli işlem olur. Allah'ın Elçisi, “Faiz sadece borçta olur[6]” dediğine göre, bununla faizli borç arasında ilgi kurunca yasağın önemi ortaya çıkar.
Faizcinin asıl isteği, verdiği 10 altına karşılık 11 altın alacaklı duruma gelmektir. Bu işlemi meşru yoldan yapabilirse onu borca çevirmek zor olmaz. Meselâ önce 11 altın ödünç verir, bunun için gerekli teminatları alır, sonra bir başka 10 altına karşılık borçludaki 11 altını satın alır. Bu iki işlem sonunda o, 10 altın vermiş, 11 altın alacaklı duruma geçmiş olur. İstenmeyen bir durumun doğmaması için bu işlem ya evrak üzerinde yapılır, ya da faizcinin güvendiği bir kişi, borçluya vekil olup işlemleri yürütürdü. Bunun kurumları da oluşurdu. Ama bu malların kendi cinsleriyle değiştirilmesi hâlinde bedellerin eşit miktarlarda olması şartı bu kapıyı kapamıştır.
Nitekim eskiden, ödünç işlemlerinde alacaklıya yasal bir menfaat sağlamak için muamele-i şer'iyye adı verilen göstermelik bir satış yapılırdı. Meselâ ödünç alacak taraf bir malını, ödünç verecek kişinin önüne koyar ve "Bunu sana 10 altına sattım." der, o da onu satın ve teslim alır ve parayı öderdi. Sonra ona; "Bu malı, bedelini bir yıl sonra ödemem şartıyla bana 11 altına sat." der, o da satardı. Böylece o, alım satım görüntüsü altında, 10 altına karşılık bir yıl vadeli 11 altın borçlanmış olurdu. Bunun birçok usulü vardı.
Osmanlı döneminde kurulan bankalardan Emniyet Sandığı'ndaki bir cep saati; kredi alanların ödeyecekleri faizi yasallaştırmak için her gün defalarca satılır, sandığa hibe edilirdi[7]. Eğer yukarıdaki yasak olmasaydı bu defa cep saati yerine bankada bir görevli bulundurulur, bu görevli kredi alacak kişi adına daha önce belirtilen işlemleri tamamlar onu 11 altın borçlandırır, sonra ona 10 altın verirdi.
33.1.3. Ödünç Verilebilen Yakın Cinsleri Değişme
Allah'ın Elçisi şöyle demiştir:
“... Bu cinsler değişik olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi satabilirsiniz[8].”
İlgili hadislerde, değişik cins olarak, aynı türden olan altın ile gümüş ve buğday ile arpa sayılmış, farklı türlerden olan hurma ile tuza yer verilmemiştir. Allah'ın Elçisi şöyle demiştir:
“Gümüşe karşılık altın elden ele satıldığında gümüşün fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veresiyesi olmaz. Arpaya karşılık buğday elden ele satıldığında arpanın fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veresiyesi olmaz[9].”
Altın ile gümüş ve buğday ile arpa birbirlerinin yerine konabilirler. Bunların fiyatları arasında uzun süre önemli değişiklik göstermeyen oranlar bulunur. Bu malların değişiminde peşinlik şartının olması, faize açılabilecek bir kapıyı daha kapamıştır.
Meselâ 1 dinar 10 dirhem değerinde ise, 100 dinar[10] 1000 dirhem değerinde olur. Bunları veresiye değiştirmek yasak olmazsa, faizci elindeki 1000 dirhemi bir yıl sonra ödenecek 120 dinara karşılık satar ve alım satım perdesi altında <%>20 faizli ödünç işlemi yapabilir. Aynı şey arpa ve buğday için de olabilir.
Bu hadis, Türk lirası verip karşılığında vadeli döviz almanın yolunu da tıkamıştır. Meselâ 1000 Amerikan dolarının bugünkü değeri kadar Türk lirası verip bir yıl sonra ödemek üzere 1200 Amerikan doları alınamaz. Çünkü bunlar birbirlerinin yerine geçebilen şeylerdir. Yukarıdaki hadislerden bunun faiz olacağını anlamak zor değildir.
33.1.4. Farklı Paraları Günlük İle Değişme
Abdullah b. Ömer dedi ki; Beqî'de deve satardım. Dinara karşılık satar yerine dirhem alırdım, dirheme karşılık satar yerine dinaralırdım. Allah'ın Elçisi’ne geldim, Hafsa’nın evindeydi; “Ey Allah'ın Elçisi, müsaadenle bir şey sormak istiyorum; ben Beqi'de deve satıyorum; dinara karşılık satıp yerine dirhem alıyorum. Dirheme karşılık satıp yerine dinar alıyorum. Ona karşılık onu alıyor, buna karşılık bunu veriyorum.” dedim. Dedi ki:
“Günün fiyatıyla almanda bir sakınca yoktur; yeter ki, aranızda bir şey bırakarak ayrılmayın[11].”
Buna göre altın ile gümüşü o günün fiyatıyla değişmek gerekir. Eğer böyle olmasaydı faiz yasağı yine delinebilirdi. Meselâ 1 dinar, 10 dirhem değerinde iken faizci önce 11 dinar ödünç verir, gerekli teminatları alır, sonra da elindeki 100 dirhemi, borçludaki 11 dinara karşılık satardı. Bu iki işlem sonunda o, alım satım görüntüsü altında <%>10 faizli ödünç vermiş olurdu. Bunun yasal kurumları da oluşturulabilirdi. Ama bedelleri günün fiyatı ile değiştirme şartı bu kapıyı kapamıştır. Böylece hadisler, alım satım adı altında faizli ödünce açılan tüm kapıları kapamış olmaktadır.
33.2. Mezheplerin Usul Hataları
Meşhur dört mezhep faizi, alım satımdan doğan ve borçtan doğan faiz olarak ikiye ayırmış ve sistemlerini alım satımdan doğan faiz, yani altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz satışı ile ilgili hadisler üzerine kurmuşlardır. Borç faizini ise faiz ve sarf (kambiyo) bölümlerinde değil, karz ve sulh bölümleri içinde çok kısa bir şekilde işlemişlerdir. Allah “alım-satımı helal, faizli işlemi haram”[12] kıldığı halde fakihlerin, faizi neden alım satımın bir bölümü saydıklarını anlamak zordur.
Faizli işlemi altı maddenin bazı alım satım şekillerine bağlı olarak sistemleştirenler onun bu maddeler ile sınırlı olamayacağını gördükleri için, ilgili hadislerden faizli işleme sebep olabilecek özellikler (riba illetleri) çıkararak kıyas yoluyla faizin kapsamını genişletmişlerdir. Bu mezhepler, kendi sistemleri içinde de çelişkiye düşmüşlerdir.
Hanefiler iki şeyi faiz illeti saymışlardır. Bunlar kadr ve cins’tir. Kadr, ölçek ve tartıyı içerir. Cinsin faiz illeti olduğu, hadislerdeki “Altına karşılık altın, buğdaya karşılık buğday....” sözünden çıkarılmıştır. Kadr ise hadislerde geçen “misli misline” ifadesinden çıkarılmıştır. Kadr’in hadislerden nasıl çıkarıldığı şöyle açıklanmaktadır:
“Kadr, ölçeğe vurulan mallarda ölçek, tartılan mallarda vezindir[13]. Hadiste geçen "buğdaya buğday"ın anlamı «buğdaya karşılık buğday satışı...» dır. Bir buğday tanesi de buğdaydır. Onu hiç kimse satmaz, satsa da alan olmaz. Çünkü bir işe yaramaz. O zaman bununla ister istemez işe yarayacak[14] ölçüde buğday satışının kastedildiği anlaşılır. Bunun satılabilecek mal olduğu da ölçek ile bilinebilir. Böylece bu mallardaki ölçeğe (kileye) vurulma özelliği hadisin göstermesiyle belli olmuş olur.
Allah'ın Elçisi'nin “Altına karşılık altın” sözü de öyledir. Altın tozuna da altın denir ama onu hiç kimse satmaz. Tartılabilen altın satılır. O zaman tartılma özelliği hadisin delaletiyle sabit olmuş olur. Allah’ın elçisi sanki şöyle demiştir: «Tartılan altına karşılık altın, ölçeğe vurulan buğdaya karşılık buğday...[15]»
Hadislerde şu ifade de yer alır: “Bu cinsler değişik olursa peşin olması şartıyla istediğiniz gibi satabilirsiniz[16]. “Bundan da cinsleri aynı olup ölçü birimleri farklı olan veya ölçek yahut tartı ile işlem gördüğü halde cinsleri farklı olan iki malın birbiriyle değişiminin peşin olmasının şart koşulduğunu anlamışlardır.
Buna göre hurda demir verip çubuk demir almak istenirse her iki demirin aynı ağırlıkta olması ve değişimin peşin olması gerekir, yoksa faizli işlem olur. Demire karşılık bakır almak istenirse her iki bedeli peşin ödemek yeterli olur. Çünkü bunların ikisi de tartıyla alınıp, satılan mallardır. Cinsleri farklı olduğu için biri diğerinden fazla olabilir ama bu takas veresiye olamaz, yoksa faizli işlem olur.
Bu prensibe göre altın veya gümüşten basılı bir parayı (nükûd) verip tartıyla satılan bir malı veresiye almak faizli işlem sayılmalıdır. Çünkü altın ve gümüş tartıyla alınıp satılır. Ama Hanefîler bunu caiz görür ve sebeplerini şöyle açıklarlar:
1- Altından ve gümüşten basılı dinar ve dirhemlerle tartıyla alınıp satılan diğer mallar arasında görünüşte (sureten) bir fark vardır. Çünkü dinar ve dirhemler sancat[17] denen ağırlık birimleriyle, diğer mallar da men[18] ile tartılırlar.
2- Bunlar arasında görünmeyen (manen) bir fark daha vardır. Dinar ve dirhemler tayinle taayyün etmezler. Ama diğer mallar tayinle taayyün[19] ederler.
3- Aralarında değerlendirme yönünden (hükmen) de fark vardır. 1 dinara karşılık 12 men demir alınsa, demiri satıcı, dinarı da alıcı, diğerinin görmediği yerde tartmış olsa, teslim aldıktan sonra altınlar tekrar tartılmadan satılabilir[20] ama demiri tartıyla satabilmek için müşterinin onu yeniden tartması gerekir.
Madem arada bu kadar fark vardır, öyleyse tartılan diğer mallarla nakitler, tartıda her yönüyle ortak olmamış olurlar[21].
Hem altın ve gümüşün tartı ile satıldığına dayanarak tartıyı (vezn) faiz illeti saymak hem de onları diğer mallarla değişirken bu illete riâyet etmemek tam bir çelişkidir. Hanefilerin tartıyı faiz illeti saymayıp şöyle demeleri gerekirdi: Altın ve gümüş her ne kadar tartı ile alınıp satılıyor olsa da bunlar, tartıyla satılan diğer mallardan sureten, manen ve hükmen farklı olduğu için vezin faiz illeti olamaz.
Vezn faiz illeti olamayınca ister istemez ölçek de faiz illeti olamayacak ve iki illetten biri sayılan kadr, faiz illeti olmaktan çıkacaktır. Bu da Hanefîlerin alım satıma dayalı faiz sistemini tümüyle çökertecektir.
Aynı tenkit Hanbeliler için de geçerlidir. Hanbeliler bir taraftan şöyle diyorlar: “Eğer altın ve gümüşte faiz illeti tartı (vezn) olsaydı tartı ile işlem gören malları bunlarla veresiye almak caiz olmazdı. Çünkü veresiyenin haram olması için ribanın iki illetinden biri yeterlidir.[22]”
Hem bunu söylüyorlar hem de Hanefîler gibi vezn’i faiz illeti olarak kabul ediyorlar. Ne büyük çelişki!
Mâlikîler, hadislerdeki arpa, buğday, hurma ve tuza bakarak faizin, sadece temel gıda maddesi olup saklanabilen veya gıda maddelerini lezzetlendiren şeylerde olacağını söylemişlerdir. Bunlar kendi cinsleriyle değiştirildiğinde miktarların eşit ve mübadelenin peşin olması gerektiğini, farklı cins gıdalarla değiştirildiğinde miktarlarda eşitlik aranmayacağını, yalnızca mübadelenin peşin olması gerektiğini söylemişlerdir.
Bu görüş, her ne kadar alım satım ile faizli işlemi birbirinden ayıran âyete aykırı ise de kendi içinde tutarlıdır. Çünkü arpa, buğday ve hurma temel gıdalardandır ve saklanabilir özellikleri vardır. Tuz da yiyecekleri tatlandırmaya yarar.
Biriktirilsin veya biriktirilmesin bütün gıda maddelerinin veresiye takası ile her çeşit eşyanın kendi cinsiyle veresiye, bire iki takası ribe’n-nesie[23] sayılmıştır. İşte bunun, kendi sistemlerinde de bir dayanağı yoktur.
Şafiîlere göre riba kelimesi mücmel yani kapalıdır; onu Allah'ın Elçisi açıklamıştır[24]. Açıklama dedikleri, altı malın satışı ile ilgili hadislerdir.
Şafiîler şöyle derler: "Faiz, büyük günahların en büyüğüdür. Bütün şeriatlarda faizin haram kılındığı söylenir. Allah kendi kitabında faiz yiyen dışında bir isyankâra harp ilan etmemiştir. Faizin haramlığı taabbüdîdir, faizli işlem sebebi olarak gözüken her şey sadece onun hikmeti olur, illeti değil[25]."
Taabbüdî demek, illeti (asıl sebebi) anlaşılamayan ama kul olma gereği uyulan emir veya yasak demektir[26]. İlleti anlaşılamayan bir şey üzerine kıyas yapılamaz. Ama bu sözü sanki hiç söylememişler gibi faizli işlemin iki illetinin olduğunu, bunların tu’miyet ve semeniyetten[27] ibaret bulunduğunu belirtmiş ve sistemlerini bu iki illet üzerine kurmuşlardır. Bu mantığı anlamak gerçekten zordur. Faizin haramlığı taabbüdî ise bu illetler nereden çıkıyor? Eğer bu illetler varsa neden taabbüdî deniyor?
İbn Abbâs’ın rivâyetine göre faizi yasaklayan âyetler Kur’ân-ı Kerim’in en son inen âyetleridir. Peygamberimiz Veda Hutbesinde cahiliye faizinin kaldırıldığını ilan ettiğine göre âyetler bu sırada inmiş olmalıdır.
Hac, kamerî yıl ın 12. ayı olan Zilhiccede olur. Bu ayın 9. günü A’rafat'a çıkılır. Veda Haccı hicretin 10. senesinde olmuştur. Veda Hutbesi, Peygamberimizin bu sırada A’rafat'ta yaptığı konuşmadır. O, Hicretin 11. senesinin 3. ayı olan Rebiyülevvelin 12'sinde, Pazartesi sabahı vefat etmiştir[28]. Faizin kalktığını ilan etmesinden vefatına kadar 3 kameri ay ve 3 gün geçmiştir. Allah'ın Elçisi Veda Hutbesinde şöyle demiştir:
“Cahiliye faizi kaldırılmıştır. İlk faizi kaldırıyorum, bizim faizimizi, (amcam) Abbâs b. Abdulmuttalib'in faizini. Onun tamamı kaldırılmıştır[29].”
Burada kaldırılan, herkesin bildiği faizdir. Bu yüzden kimse bu konuda soru sorma ihtiyacı duymamıştır. Peygamberimizin koyduğu, altı mal ile ilgili yasağın, konunun özünü oluşturmadığı, faiz yasağının çevresinde bir koruma duvarı oluşturduğu, bu hadisten de anlaşılabilir.